13 Aralık 2012 Perşembe

Kendilerine Türk solu diyen ilginç kitlenin Kürt sorunu hakkında


Evet başlıkta da görüldüğü üzere Türkiye'de tek sol yok, birbirinden bağımsız ve kıçlarından bir sol akım belirlemiş bir çok grup ve örgüt mevcut. Lakin bunlardan en anlaşılmazı son günlerde ilgimi çeken ve nacizane bir araştırma yaptığım Türk solu adlı yapı.

  80'lerin sol akımlarını reddeden, komünist olmayan, dünyadaki hiç bir sol parti ya da kuruluşa benzerlik göstermeyen Türk yapımı bir kuruluştur kendileri. Sözde milliyetçi olmayan (aa yine mi Atatürk milliyetçiliği dicez?) Türkiye'nin birlik ve bütünlüğünü tehlikede gören bir düşünce yapıları vardır. Bizzat resmi web sitelerinin altında da bunu belirtmişlerdir ey Türk uyan vatan için savaşıcağın günler geldi gibi cümlelerle.

  Kürt sorunu hakkında da ilginç tezleri vardır sevgili solcuklarımın. Onlar derki;sorun Kürt sorunu değildir, sorun Kürttür. Kürt varsa sorun vardır, sorunu ortadan kaldırmanın yolu Kürtlüğü tanımamaktan geçer.

  Ah be 21. yüzyılda Avrupa Birliği ne girmeye çalışan bir ülkenin kendine aydın diyen solcusu, medeniyet ve uygarlıktan, insan haklarından, insanlıktan bu kadar mı nasibini aldın? Atatürk milliyetçiliği adını verdiğiniz ırkları yok sayan anlayışı hangi çağda uygulamaya çalışıyorsunuz?
  Ama bitmedi! Onlarda haklılar tabi.. Kürtler ve Kürtlük hakkında hiç birşey bilmeyen birine onların anlattıklarını ya da onlara anlatılanları anlatsak mutlaka kafasında soru işaretleri kalıcaktır. Ama siz aydındınız be kardeşim? Siz batı halkıydınız, sizler Atatürk gençliğiydiniz?!

  En komik tezleride şu aslında. Onlara göre kendisine Kürt diyip Kürtçe konuşan halkların % 60-70 i has be has Türktür. Ne hikmettir ki Diyarbakır merkezli doğan Kürt akımları sonunda (inanmazsanız web sitelerine bakın, aynen böyle diyor valla) zorla ve baskıyla Kürtleştirilmişlerdir. Ha bu akımda PKK yoluyla olmuş. Yani cumhuriyet sonrası. Aslında Kürtler asimile olup Türkleşmiyorlarmış, asimile olan Türklermiş ve türk solun bu davadaki arayışı Kürtleştirilmeye tabi tutulan Türkmenlerin haklarını aramakmış. Biraz daha gülelim mi?

  Bunun içinde Ben Kürdüm diyen vatandaşa hayır sen Kürt değil Türksün, al bu dilin, al bu dinindir deninicek muhtemelen. Böylece ortada Kürt realitesi denen birşey kalmicakmış ve doğal olarak Kürt sorunuda olmiyacakmış. İşte 21. yüzyıl Türk solu (umarım isimleri yazıldığında google vb. arama motorlarında çıkar bunlar) böyle bir anlayış içerisinde yaşantısına devam etmektedir. Ama onlar milliyetçi değildir? Onlardır ki; Atatürk milliyetçisidir... (smiley)

Mahabad Kürt devleti

1944 "Komela Jiyana Kurd " adiyla kurulan örgüt, 1945 yilinda Qadi Muhammed
baskanliginda "Kurdistan Demokrat Partisini" kurar. Mahabatda dini ve siyasi sayginligi olan Kadi Muhammed, 21.01.1946 tarihinde Mahabadin en büyük camisinde parlemento hazirlik toplantisini yapar, 22.01.1946 tarihinde Carcira meydaninda Kürt cumhuriyetini ilan eder. Bütün Kürt ve asiret gruplarinin bulundugu bu tarihi toplantida, Kadi Muhammed Sovyetler birliginin maddi ve manevi destegine degindi gibi Azerbeycan halkinin dostlugunuda dile getirir. 11.02.1946 tarihinde parlementoda yemin ictikten sonra göreve baslar. 23.04.1946 da Kürt ve Azerbeycan hükümetleri arasinda dostluk imzalanir. Genc ve dinamik olan Kürt hükümetinde erkekler yer aldiklari gibi kadinlarda yer alir.

Türkiye'de Kürt nüfusu


Amerikan merkezli United States Center for World Mission (USCWM) adlı vakfın yaptığı araştırmada Türkiye'nin etnik haritasını çıkardı. Türkiye'de yaşayan 23 etnik kökenin nüfusu tek tek ortaya konulduğu araştırmada Kürt nüfusu ilk kez bu kadar yüksek çıktı.
TÜRKİYE'NİN YÜZDE 20'Sİ KÜRT
Dünya genelinde etnik köken, dil ve din araştırmaları yapan Amerikan merkezli United States Center for World Mission (USCWM) adlı vakfın Aralık 2008 verilerine göre, Türkiye nüfusunun yüzde 20.8'ini Kürt kökenliler oluşturuyor. Araştırmaya göre, Türkiye'de 52.8 milyon Türk yaşarken, Zazalar ile birlikte toplam Kürt sayısı 15.4 milyon.
Türkiye'de yaşayan Kürt kökenlilerin sayısı ve diğer etnik grupların nüfusa oranı hakkındaki tartışmalar devam ederken, bir araştırma da dünya genelinde etnik köken, dil ve din araştırmaları yapan Amerikan merkezli USCWM isimli vakıftan geldi.
Vakfın Aralık 2008 verilerine dayandırdığı araştırmasında, Türkiye'nin nüfusunun 74 milyon 398 bin 700 olduğu kaydedildi. Araştırmada, nüfusun yüzde 71'ini oluşturan 52 milyon 826 bin kişinin Türk olduğu ifade edilirken, Zazalar ile birlikte Kürtlerin sayısının 15 milyon 426 bin olduğu belirtildi. Araştırmada Türkiye'de 1 milyon 313 bin Zaza'nın yaşadığı, Kürtlerin 5 milyon 902 bininin ise Türkçe konuştuğu kaydedildi.
ARAP NÜFUSU 2 MİLYONA YAKIN
Türkiye'de 1.8 milyon Arap, 910 bin Çerkes, 620 bin Fars, 540 bin Azeri yaşadığının belirlendiği araştırmada, Türkiye'de 76 bin Ermeni, 28 bin Süryani, 14 bin Rum ve 13 bin Musevi bulunduğu vurgulandı.
Türkiye'nin nüfusunun etnik köken dağılımı şöyle:
- Türkler 52 milyon 826 bin
- Kürtler 15 milyon 426 bin
- Araplar 1 milyon 839 bin
- Çerkesler 910 bin
- Farslar 620 bin
- Azeriler 542 bin
- Gagavuzlar 410 bin
- Pomaklar 331 bin
- Bulgarlar 328 bin
- Lazlar 151 bin
- Gürcüler 150 bin
- Tatarlar 126 bin
- Boşnaklar 101 bin
- Ermeniler 76 bin
- Karakalpaklar 74 bin
- Arnavutlar 66 bin
- Romanlar 66 bin
- Abhazlar 43 bin
- Osetler 37 bin
- Süryaniler 28 bin
- Rumlar 14 bin
- Museviler 13 bin
- Keldaniler 300

Gaziantepte Kürtler


Kürtlerin tarih yoğun olarak yaşadığı bölgelerden biridir Gaziantep.. Hem kültürel birikimi, hem de Kürt tarihi nin aydınlanmasında rolü büyüktür Gaziantep geçmişinin. Kimleri çıkarmamış ki? Kurtuluş savaşanının destansı kahramanlarından Karayılan dahi aslen Kürtasıllıdır. 

  Günümüz Gaziantepi de Kürt nüfus yoğunluğundan hiç birşey kaybetmemiştir. Özellikle islahiye ilçesinde atmalı ve celikan aşiretleri yüzyıllardan beri gelen hükümlerini sürdürmüşlerdir. Araban, oğuzeli ve yavuzeli ilçelerinde de Kürt nüfusu azımsanamiyacak kadar fazladır. Fakat her ne kadar ilçelerden bahsetsekte, asıl kürt nüfusu ile şehirin merkezinde karşılaşırız. 

  Türk ve Kürt sayısının neredeyse birbirine denk olduğu nadir şehirlerden biridir. Jeopolotik konumuda tam Kürt ve Türk nüfus yoğunluklarının ortasında yer almaktadır. Yani bir nevi etnik harita çıkarılıcak olsa, bu haritanın sınırları tam Gaziantep in içinden geçer diyebiliriz. 

  Genel olarak Türk ve Kürt nüfusunun birbirine yakın sayıldığı yerlerde milliyetçilik unsurunun öne çıktığını görebiliriz fakat bu konuda da bir istisna oluşturur Gaziantep. Türk ve Kürtlerin en uyumlu yaşadığı, birbirlerine en sıcak davrandığı halkı oluştururlar. Geçmişi, Karayılanları, Kürtlerle omuz omuza çarpıştıkları Kurtuluş savaşını unutmamıştır Gaziantep halkı, unutmayacaktırda. Kardeşliğin en güzel örneklerini ebediyen göstermeye devam edicektir. 

Aziz Nesin: Bulgaristanda Türkler, Türkiye'de Kürtler

Okunası gereken bir Aziz Nesin eserini sunmak istiyorum. Dünyanın en komik tezini ortaya koyan eski genelkurmay başkanı ve darbe lideri Kenan Evren'in teziyle dalga geçen Aziz Nesin adına açılmış bir dava ve Aziz Nesin in kıvrak eleştirileriyle oluşturduğu yapıtı.. Önsözünden bir parça yayımlamak gerekirse;


  Sayın Başkan ve Sayın Yargıçlar Kurulu Üyeleri! İşte ben, yüksek dağlardaki karlara bastıkça ayaklarından "kart-kurt" diye sesler çıkaran Türkmenlere Kürt demiş olduğum ve onların ulusal kültür haklarını savunmuş olduğum için, hiçbir zaman kabul etmediğim sanık sıfatıyla karşınızda bulunuyorum. Hiçbir alçakgönüllülük gösterişine düşmeme gerek yok ki, ben salt Türkiye' nin değil, dünyanın tanınmış çağdaş gülmece yazarlarından biriyken, Türkiye Cumhuriyeti' nin en ciddi kurumu olması gereken Genel Kurmay Başkanlığının yayınları arasında çıkan ve bir kurmay yüzbaşının sözleri olan bu "kart-kurt" ses benzetmesinden esin­lenerek Kürtlerin Türk olabileceği gibi bir büyük gülmeceyi ortaya koymaktan âciz kalacağımı itiraf ederim.

Hasan Cemal: Kürtler

Hasan Cemal in yoğun ve gerçekçi araştırmaları sonucunda, belkide Kürtleri en sağlıklı anlatan kitaplardan birisi. Önsözü şöyle buyurur;

  Kürtleri, Kürt sorununu, PKK ile şiddet ve terör yıllarını perde arkasında olup bitenlerle öğrenmek ister misiniz? Güneydoğu'yu, Kuzey Irak'ı kan ve ateş coğrafyasını bir gazetecinin gözlüğüyle gezmeye ilgi duyar mısınız? Ya da Ortadoğu'da terör ve şiddetin beşiği Bekaa Vadisi'ne uzanıp Apo'yla bir geceyarısı buluşmasına ne dersiniz? Cudi Dağı'nın tepesinde askerle sabahlamak, Diyarbakır'da, Şırnak'ta PKK'lılarla, Kürt aydınlarıyla buluşmak, Cizre'de, Dicle Nehri'nin kıyısında veya Kızıltepe ile Viranşehir'de Kürtlerle kebap yemek, Ankara'da devlet büyükleriyle, Genelkurmay başkanlarıyla, istihbarat yetkilileriyle konuşmak, Beyrut ve Şam'da havayı koklamak, Washington'da istihbarat camiasıyla temasa geçip Türkiye'yi 1984 yılından başlayarak kanatan bir sorunu anlamaya çalışmak ister misiniz? Bu kitapta yalnız Kürtler yok, Türkler de var. Yalnız siyaset yok, özellikle insanlar ile onların yaşadıkları dramlar da var. Bu kitabın hazırlığı on sekiz yıl öncesine gidiyor. Yazılmasına gelince, "Yaşamak için ille de acı çekmek mi lazım?" diye diye iki yıl sürdü.

Sadık Yalsızuçanlar: Kürtlerin ateşle imtihanı


Ülkenin Güneydoğusu sürekli kanıyor. Yetmişyıl önce dersim'de altmışbin insan öldü. Onlarca ayaklanma geride onbînlerce ceset bıraktı. 12 Eylü'den İtibaren Diyarbakır cezaevinde binlerce insanın insanlığına kıyıldı Kürtler'in ve dolayısıyla Türkiye'nin vicdanı kirletildi, muazzam bir yara açıldı Ondokuz yirmi yaşlarındaki gençler kendilerini astı, yaktı ve insanlıklarını mazgalların ardında bıraktı.
  Acı bu coğrafyanın kaderi midir bilinmez, lakin yoksulluk, kimliksizlik ve adaletsizlik insanları nkendinden koparıyor, her acıda olduğu gibi bir inisiyasyon boyutu beliriyor, bu belki de hayatı daha yoğun biçimde yaşamaya davet ediyor.
  Elinizdeki kitap, acıların diyarında münhasıran, ülkemizin Güneydoğusunda yaşayanKürtler'in Türk Modernleşmesîyie hızlanarak ötekileştirilen tarihinin önümüze getirdiği sorunlara "farklı" bîr yerden bakmayı amaçlıyor. Kürtler'in Türkiye Cumhuriyetinin "kurucu ortağı" olmaları gerektiğinden hareketle kendilerini sonraki yıllarda ötekileştirilen ve giderek yok sayan, düşman haline getiren iktidar seçkinlerine yönelik eleştiri ve itirazlarını anlamaya çalışıyor.

ŞEYH UBEYDULLAH İSYANI


Bedirhan Bey’in yenilgisinden sonra bölgede dinsel, ekonomik ve siyasal anlamda en güçlü aktör Hakkari’nin Şemdinli bölgesindeki Nehri köyünde ikamet eden Şeyh Ubeydullah olmuştu. Peygamber soyundan gelen ve Nakşibendiliğin Halidiye koluna bağlı olan Şemdinanlar, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti ile İran arasındaki bölgenin kontrolünü tamamen eline geçirmişlerdi. Ağır vergileri ve 1879’da kötü geçen hasadı bahane eden Şeyh, önce vergi sistemini değiştirmek için devletle pazarlık yapmış, ama istekleri yerine gelmeyince Nasturilerin de desteğini alarak 1880’de hem Osmanlı Devleti’ne, hem de İran’daki Kaçar Devleti’ne isyan ettiğini açıklamıştı. Uzun bir pazarlıktan sonra Medine’ye sürgüne gitmek zorunda kalan Ubeydullah’ın Başkale’deki İngiltere Konsolos Yardımcısı Clayton’a yazdığı mektuptaki bazı ifadeler, ‘Kürtlük bilinci’nin şekillenmeye başladığını düşündürüyordu, çünkü talepler arasında Kürdistan’ın bağımsız bir bölge olarak tanınması vardı. (Ayaklanma hakkında ayrıntılı bilgi için: Waidieh Jwadiah, Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi ve Gelişimi, İletişim, 1999, s. 143-193)

İTC’NİN KÜRT ÜYELERİ

Ama ortada henüz ‘Kürt milliyetçiliği’ diye bir oluşumun olmadığı 1889’da ilerde Türk milliyetçiliğinin şampiyonluğunu yapacak olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) kuruluşu sırasında anlaşıldı.  İTC’yi kuran beş kişiden ikisi, Arapkirli Abdullah Cevdet ve Diyarbakır’lı İshak Sukuti Kürt’tü. Cemiyetin önde gelenleri arasına bulunan Bağdat Mebusu ve Darülfünun Hocası Babanzade İsmail Hakkı, İslamcı çevrelerde itibar gören Darülfünun Hocası Babanzade Ahmet Naim, sosyolog  Ziya Gökalp  önemli Kürt aydınlarıydı. Ayrıca 1847’de ayaklanan Botan Emiri’nin oğlu Bedirhan Bey, Şeyh Ubeydullah’ın oğlu Nehri Şeyhi Seyit Abdülkadir Efendi ve Bitlisli Saidi Nursi de İTC üyesiydi. (Naci Kutlay, İttihat Terakki ve KürtlerKoral-Fırat Yayınları, 1991, s.26.)

Kemalizm'in ruhu ırkçı?


Yüksel Taşkın: "Kemalizm ırkçılığı barındıran bir ideoloji. Kürt sorunu ya da dış meselelerde sıkışıldığında ırkçı yanı çıkıyor."
NEDEN? YÜKSEL TAŞKIN Türkiye, “sosyal demokrat” olduğunu söyleyen bir partinin içinden ırkçı milletvekillerinin çıkabildiği bir ülke durumunda hâlâ. Üstelik bu durum olağan karşılanıyor. Irkçılık yapan milletvekilleri kendi partisinden, tabanından tepki almıyor. Belki övgü bile alıyor. Diğer partiler bu tavrı eleştirmiyor. Cumhurbaşkanı soyunda Ermeni olmadığını kanıtlamaya uğraşıyor. Biz ırkçı bir toplum mu olduk? Yoksa zaten hep mi ırkçıydık? Niye böyle ırkçı bir ortak damar çıkıyor ortaya? Irkçılığın temelinde ne var? Eğitim mi, yaşam tarzı mı, gelenekler mi, dünyaya karşı duyulan korku mu? Bütün bunları Marmara Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde yardımcı doçent olarak görev yapan siyaset sosyologu Yüksel Taşkın'a sorduk. Ağırlıklı olarak “Türkiye'de Muhafazakârlık”, “Toplumsal hareketler ve entelektüeller”, “Cumhuriyet dönemi siyasi tarihi”, “Ortadoğu'da toplum ve siyaset” konuları üzerinde çalışan Yüksel Taşkın'ın İletişim Yayınları'ndan çıkan Anti-Komünizmden Küreselleşme Karşıtlığına, Milliyetçi Muhafazakâr Entelijensiya isimli kitabı bulunuyor. Çok sayıda makalesi yayınlanan Yüksel Taşkın, Toplum ve Bilim dergisi yayın kurulunda da görev yapıyor.  
* * *  
NEŞE DÜZEL: Bazen tek bir olay, toplumun derinlerindeki bir sorunu açığa çıkartabiliyor sanırım. Aydınların, “Ermenilerden özür diliyoruz” kampanyası da garip bir 'ırkçılığı' ortaya çıkarttı. Sosyal demokrat olduğunu söyleyen bir partinin milletvekili, Cumhurbaşkanı'nın atalarının Ermeni olduğunu iddia edip DNA testi bile istedi. Sosyal demokrat olduğu söylenen bir partide böyle ırkçı bir milletvekili nasıl olabiliyor?
YÜKSEL TAŞKIN: Kemalizm, iki vurguyu birden içinde taşır. Birincisi dışlayıcılıktır. İkincisi, “medeni dünyaya uyumlanmalıyız” diyerek yapılan uygarlıkçı vurgudur. Kemalizm baştan beri dışlayıcıdır. Kemalizm azınlıklarla ve farklı etnik kimliklerle birarada yaşama meselesini çözememiştir. Azınlıkların Türkiye'den gitmesiyle vatan ve millet olunabileceği vurgusuna sahiptir.
Kemalizm ırkçılığı içinde barındıran bir ideoloji mi?
Evet. Kemalizm'in dışlayıcı bir etnik milliyetçiliğe ve ırkçılığa kayabilme potansiyeli var. Özellikle uluslararası meseleler devreye girip de korku ve sıkışma yaşandığında ya da Kürt sorununda sıkıştığında Kemalizm'in ırkçı tarafı ortaya çıkıyor. Biz sol öğrenci hareketlerini hep ilerici eksende değerlendirmeye eğilimliyiz ama 1950'lerden beri öğrenci hareketlerinde yer yer ırkçılığa varan boyut zaten var. Kemalizm'in, dünyayla uyumlanmada iyimser olduğu zamanlar da var tabii.
O zaman ne yaşanıyor peki?
O zaman Kemalizm, sorunları demokrasiyle çözebileceğine inanıyor ve 1980 öncesindeki Ecevit döneminde olduğu gibi bir sosyal demokrasiye evrilebiliyor. Nitekim 1960-1980 arasında Kemalizm'in ırkçı yönü çok ortaya çıkmadı. Turan Feyzioğlu-Coşkun Kırca'nın etnik temele dayalı dışlayıcı 'sağ Kemalizm' çizgisi marjinalde kaldı. O dönemde, Ecevit'le temsil edilen 'sol Kemalizm hâkim oldu. Gerçi Ecevit çok sonra DSP'yle birlikte sağ Kemalist oldu ama...
Peki, bugün CHP'de hangi Kemalizm hakim?
Sola kaydığı gerekçesiyle CHP'den ayrılıp Güven Partisi'ni kuran Turan Feyzioğlu ile Coşkun Kırca'nın çizgisi muhafazakâr cumhuriyetçiliktir. Onlar o gün ne söylüyorsa, bugün Baykal da, Mümtaz Soysal da aşağı yukarı aynı şeyi söylüyor. Baykal bugün Feyzioğlu'ndan çok farklı değil. Çünkü Baykal sol Kemalizm'den sağ Kemalizme geçti. Ve CHP de sağ Kemalist bir parti oldu. Zaten bu yüzden kendine sosyal demokrat diyen bir partinin içinden böyle ırkçı bir milletvekili çıkabiliyor. Biliyor musunuz, 12 Eylül'den önce iki kesim darbe olacağının haberini önceden alıyor.
Kim bunlar?
Biri Coşkun Kırca ve Turan Feyzioğlu... Diğeri Aydınlar Ocağı. Bu iki kesim de askerlere hemen kendi anayasa taslaklarını yetiştiriyorlar. “Biz halktan korkuyoruz. Demokrasi neşeli bir oyun değilmiş. Demokrasi tehditler barındırıyor. Çünkü toplum işin içine giriyor” diye düşünen Kırca ve Feyzioğlu, askeri de yönetime katan, seçkinlerin denetiminde muhafazakâr aristokratik bir cumhuriyet öneriyorlar. Necip Fazıl Kısakürek, İbrahim Kafesoğlu gibi milliyetçi entelektüellerin oluşturduğu Aydınlar Ocağı ise bunların sağdaki türevi oldular ve onlar da benzer bir taslakla Türk-İslam sentezini savundular.
Türk-İslam sentezi hâlâ etkili mi?
Bu hareketin artık hiçbir etkisi yok. Milliyetçilerle İslamcıların kurduğu ittifak dağıldı. Şimdi aralarında çok ciddi gerilim var. Görüş farkı küreselleşmede çıkıyor. Milliyetçiler içe kapanmacıyken, İslamcılar küreselleşmeye daha yakınlar.
CHP'li milletvekiline dönersek... Partisinin de, parti tabanının da, bu partinin seçmenlerinin de çok ses çıkartmaması nasıl mümkün olabiliyor? Sosyal demokrat olduğunu söyleyen bir parti nasıl ırkçı olabilir?
Kendinize sosyal demokrat demeniz sizi sosyal demokrat yapmaz. CHP baştan itibaren modernleşmenin öne çıkardığı kesimlerin belirleyici olduğu bir hareketti ve sonuçta da bu parti eğitimli aydınların partisi haline geldi.
Eğitimli aydınlar milliyetçiliğe, ırkçılığa mı kaydılar?
Evet. Çünkü toplumda milliyetçilikle yeniden etkinlik kazanabileceklerini düşünüyorlar. Kürt sorunu, küreselleşme gibi tehditler, düşmanlar yaratarak toplumla temas kurmaya çalışıyorlar. Bu, Türklük ortak paydası üzerinden kitlelerle bağ kurma arayışıdır ve çok tehlikelidir. Kısa yoldan ucuz bir kazanç elde etmek istiyorlar ama mümkün değil. Çünkü Türkiye'de ancak babalar CHP'ye oy veriyor. CHP yaşlıların partisi. Çok yaşlı kesimlerden oy alıyor. Parti örgütünün yaş ortalaması da 55 civarında... CHP milliyetçilik söylemiyle genç kuşakları MHP'ye itebilir. MHP biraz daha kentlileşme yolunda atılım yaparsa, CHP'nin yerine MHP'nin ana muhalefet partisi olması işten bile değildir. Demografik gelişmeler zaten bunun mümkün olduğunu gösteriyor.
Ne gösteriyor?
Kentleşmeyle birlikte Türkiye'de yüzde 70'lik bir gövde oluştu. Toplumun bu dinamik kesimlerini AKP ve MHP paylaşıyor. Dünyaya daha dönük olanların temsilini AKP, dünyaya kapanmacı olanların temsilini de MHP yapıyor. AKP'nin bütün politikaların karşısına MHP çıkıyor. AKP ve MHP aynı tabanın hassasiyetlerine oynadıkları için de Erdoğan her seçim döneminde MHP'nin tabanına yükleniyor ve milliyetçilik kartını daha da tırmandırıyor. AKP'nin siyasal reformculuk yapıp yapmayacağı ancak yerel seçimlerden sonra belli olacak.
CHP'ye dönersek... Türkiye'nin “en çağdaş” ve en demokrat olması gereken kesiminde bile ırkçılık böylesine doğal bir yer tutuyorsa, bu gerçek, bütün ülke adına bize ne düşündürtmeli?
Bu gerçek bizi ürkütüyor ama şu da var... Aslında Türkiye'de pandoranın kutusu açıldı ve Cumhuriyet tarihi boyunca yok sayılan her şey sorgulanmaya başladı. Şu anda Türkiye inkârcılıkla yüzleşmecilik arasında bir mücadele yaşıyor. Kimlik sorunları, ekonomik ve politik sorunlarla da iç içe geçip işler daha da karmaşıklaşıyor. Mesela en fakir seçmen DTP'ninkiyken, en varlık seçmen CHP'ninki oluyor.
Bundan nasıl bir sonuç çıkarmalıyım?
Türkiye'de kimliğe dayalı dışlanmayla iktisadi ve politik dışlanma artık çok iç içe geçmeye başladı. Sadece devletin değil, hükümetlerin politikaları da bu dışlanmayı besliyor. Öyle ki... Türkiye'nin son 20-30 yıllık siyasal yapısı Sünni-Hanefi-Türk erkek unsurunu bu toplumda daha da yukarılara çıkarttı. Bugün toplumda en altta Kürt kadınları var. AKP hükümetinin istihdam politikaları incelendiğinde, toplumda genelde Sünni-Hanefi-Türk unsurun, özelde de Doğu Karadenizlilerin önünün açıldığı görülüyor. Bürokraside, devlette daha çok bunlara iş veriliyor. Ben de Doğu Karadenizliyim ama bunu söylemek lazım. Eğer insanlar “ben Kürdüm, Aleviyim ama entegre olmak istiyorum” diyorsa...
Evet...
Bunun ortamını yaratmak siyasetin görevidir. Erdoğan bugün milliyetçiliği savunarak dışlanmış kesimleri korkutuyor. Ben Alevi gençliğiyle yeni bir odak çalışması yaptım.
Ne çıktı?
İş piyasasından müthiş dışlandıkları görüldü. Hepsi de “Ben Alevi olduğum için AKP hükümetleri beni dışlıyor” diyor. Ciddi bir iddia bu. Eşit vatandaşlık söylemine rağmen, Sünni Hanefilerin daha da yukarıya tırmandığı, Kürtlerin ve Alevilerin dışlandığı bir hayat kuruluyor Türkiye'de.
Bir örnek verebilir misiniz?
Sendikal hayattan örnek vereyim. Son altı yılda en çok büyüyen sendikalar Memur-Sen ve Hak-İş oldu. Memur-Sen 42 bin üyeden 310 bin üyeye çıkmış. Yüzde 650 büyümüş. Hak-İş de 300 binlerden 400 binlere çıkmış. Bu sendikalara Sünni-Hanefi-Türk kimliğine sahip olanlar girerken, DİSK ve KESK gibi sendikalara da daha çok Aleviler ve Kürtler giriyor. Aslında Türkiye'de toplum vatandaşlık ortak paydası etrafında kaynaşmıyor. Aksine etnik ve dinsel kimlikler üzerinden hiyerarşikleşiyor ve bölünüyor. Yandaşsanız güçlendiriliyorsunuz, değilseniz dışlanıyorsunuz. Herkesin kendi adasına çekildiği, kendi cemaatine sığındığı toplumsal bir çözülme yaşanıyor. Milliyetçilik nedir biliyor musunuz?
Sizin tanımınızla milliyetçilik nedir?
Milliyetçilik hiçbir şey yapmamanın dilidir. Türk siyasetinde milliyetçilik kartına oynamak, 'kangren olmuş sorunlara dokunmayacağım' demektir. Bugün Meclis'e üç tarz muhafazakârlık hâkim. Milliyetçi muhafazakârlığı MHP, muhafazakâr İslamcılığı AKP, muhafazakâr cumhuriyetçiliği CHP temsil ediyor. Üçü de muhafazakâr, üçü de milliyetçiliğe oynuyor. Üçü de hiçbir projeleri olmadan toplumdan onay görmek istiyor. Üçü de ilk önce kadınların dışlanması konusunda ittifak yapıyor. Aslında milliyetçi dile sarılan kadınlar farkında değiller kendi cellatlarına gülümsüyorlar. Çünkü milliyetçilik ve militarizm en çok kadından fedakârlık bekler ve bir kenarda beklemesini ister. Zaten iyi milliyetçilik, kötü milliyetçilik yoktur.
Bütün milliyetçilikler kötü müdür?
Evet, bütün milliyetçilikler kötüdür. Milliyetçilik farklılık iddiasına dayanan olumsuz bir ideolojidir. Milliyetçiliğe dayanan bir sistemde herkesin eşdeğer olduğu 'vatandaşlık' biter, 'yandaşlık' başlar. Milliyetçi ideolojide, ideal vatan evladının kim olduğu tespit edilir. Mesela Türkiye'de devlet ve hükümetler vatandaşlığı Müslümanlık etrafında tanımlıyorlar. Burada Sünni-Hanefi-Türk ve erkekseniz, hiyerarşinin en tepesine doğru yükselmeniz hızlanıyor ve yıldızlanıyorsunuz. Bu süreç son yıllarda iyice derinleşti. AKP bu süreci daha da ileriye götürdü. Ayrıca milliyetçilik, milletle coğrafyanın çakışması gerektiğine dair bir inançtır. Milliyetçilik, 'Benim milletim kendine ait coğrafyada yaşamalı' inancı etrafında şekillenir.
Bu inanç nasıl bir sonuç yaratıyor?
O zaman farklı milletler aynı coğrafya üzerinde hak iddia edebiliyor. Sonuçta bazı yerlerde milliyetçilik çok sert yaşanabiliyor. Osmanlı gibi imparatorlukların dağılmasında bu toprak benim, burası benim vatanım iddiaları çok fazla yaşandı. Bir milletin bu iddiasının gerçekleşmesi, başkalarının en basitinden kovulması ve en sertiyle de öldürülmesine kadar gidebilen sonuçlar getirdi. Coğrafyanın getirdiği bu tür olumsuz yükler zaman içinde yeniden deşilebiliyor ve ortaya saçılan korkularla bu milliyetçilik, ırkçılığa doğru savrulabiliyor. Biz bunları yaşıyoruz işte.
Cumhurbaşkanı'nın CHP milletvekilinin iddiasına cevabı da çok ilginçti. Ermeni sözcüğünü cumhurbaşkanının bir tür 'hakaret' gibi algıladığını gördük. Canla başla soyunda Ermeni asıllı kimse olmadığını kanıtlamaya uğraştı. Cumhurbaşkanı, bizim toplumun Ermenilerden hoşlanmadığını düşündüğü için mi böyle tepki verdi?
Evet. Bu toplumda Ermeniliğin yer yer küfürle özdeşleştirildiği gibi bir algılama var. Bu algı milli eğitim ideolojisinden besleniyor. Milli eğitim ideolojisi de okul kitaplarla sınırlı değil artık. Televizyonlarla bu ideoloji popülerleşti. Bir ara Yusuf Halaçoğlu, “Kimlerin Kürt, Alevi, Ermeni kökenli olduğunu biliyoruz” diyerek secere defterleriyle geziyordu. Bu bir tehdittir. Biliyoruz ve bir gün açıklayabiliriz demektir bu. Kendinizi savunarak bu tür tehditlere de prim vermiş oluyorsunuz. Ayrıca...
Evet... Ayrıca ne var?
AKP medeniyetler ittifakı diyerek dünyada koşuştururken ve medeniyeti dinle tanımlarken kendi ülkesinde o ittifakı yapamıyor. Vahim bir şey bu. Üstelik Dışişleri'nin rakamlarına göre 45 bin Ermeni, 3 bin 500 Rum, 25 bin Yahudi, 15 bin Süryani kalmış bu ülkede.
Niye bizim toplumumuzda ırk meselesi bu kadar önemli?
Çünkü bu ülkenin nasıl kurulduğunu hatırlamak istemeyen çok sayıda insan var bu ülkede. Muhacirlerin geliş tarzını, yaşadıklarını, Türkiye'deki zenginlerin gidenlerin mallarına mülklerine el koymalarını, Doğu Karadeniz ve Karadeniz genelinde yapılan kırımları, Kürt sorununda yaşananları, geçmişteki bütün bu şiddeti insanlar çok hatırlamak istemiyorlar. Hatırlamak yüzleşmeyi getireceğinden, bu hatıralar deşildiğinde de sert milliyetçi tepkiler veriyorlar.
Nasıl kuruldu bu ülke?
Çok basit. Müslüman unsurun yakalayabildiği son toprak parçasına yapışarak kuruldu. Mesela Balkanlar'dan Kafkaslar'dan gelenlerin tanımı önce Müslümandı. Ama sonra devlet herkesin Türk olduğuna dair bir vurgu yaptı. Türklüğü öne çıkardı. Bu insanlar Türklük kimliğine fazlasıyla sahip çıkarak var oldular. Kimin Türk olduğu kimin olmadığı konusunda kraldan çok daha kralcı tepki verdiler.
YARIN: Bütün siyasi partiler niye ırkçılıkta birbirine benziyor? İslamcıların bakışı farklı mı? Irkçılık toplumsal bir hastalık mı? Bu hastalık nasıl iyileşir?
Neşe Düzel / Taraf

E. Fuat Keyman: Kürt sorunu, dil ve demokratikleşme


 Bugün, ekonomik krizin yanında karşı karşıya olduğumuz temel sorun, “birlikte yaşama alanında yaşadığımız zayıflık”tır. Bu alana odaklanmalıyız, bu alan üzerinde çalışmalıyız, ideolojik olmak yerine, somut sorunlara somut çözümler üreterek bu alanın güçlendirilmesi için çaba göstermeliyiz.
2009 yılı Türkiye için çok zor bir yıl olacak. Bir taraftan 1929 krizinden beri dünya ekonomisinin karşı karşıya kaldığı en güçlü kriz dalgası, diğer taraftan da mali durgunluk-işsizlik ekseninde hareket eden krizin daha da derinleşeceği görüşü. Bu kabuller temelinde, 2009 yılının hem dünya, hem de Türkiye için çok zor bir yıl olacağını söyleyebiliriz. Bu bağlamda da, Türkiye ekonomisini korumak, güçlendirmek ve tahribat gücü çok yüksek bu krizden en az zararla çıkartmak, Türkiye’de siyasetin ve kamusal/akademik tartışmanın ana odak noktası olacağını da görebiliriz. Ekonomik canlanma ve özellikle yoksulluk/işsizlik sorunlarına karşı mücadelede, başta hükümetin ne kadar başarılı olabileceği sorusuna yanıt vermek çok zor.Ekonomi alanı ciddi belirsizlikler ve güvensizlikler içeren bir alan, ve 2009’un çok zor geçeceği gerçeğini bize gösteren alan. Türkiye bu alanda çok zorlanacak. 

ÇÖZÜM VE NORMALLEŞMEYE DOĞRU 

Bununla birlikte, bu zor yıl içinde önemli bir sürpriz ile önemli bir olumlu gelişme ile karşılaşabiliriz.Bu sürpriz, Kürt sorunuyla ilgili ve bu sorunun çözümüne ya da normalleşmesine dönük olumlu gelişmelerin 2009 yılında ortaya çıkmasıyla yaşayabileceğimiz bir sürpriz. Ekonomi alanında çok zor geçecek 2009’da, bu alanda belirsizlik, güvensizlik ve durgunluk-işsizlik alanlarında ciddi riskler yaşarken,Kürt sorununda çözüme ve normalleşmeye dönük olumluluklar ve güven artırıcı gelişmeler yaşayabiliriz. Bu saptamayı gerçekçi kılan iki önemli gelişmeyi, 2008 sonunda yaşadık. 

Bu önemli gelişmeler, gerek küresel ölçekte yaşanan m‚li krizin derinleşmesi, gerek bugün hâlâ devam eden İsrail’in Gazze’de yarattığı, ve insanlığa karşı suç ve savaş suçu içeren insan trajedisi, gerekse de Ergenekon Soruşturması içinde yaşanan önemli gelişmelerin sonucunda, ikinci plana atıldı, çok konuşulamadı; ama, altını çizmeliyiz ki, bu gelişmeleri 2009 içinde çok konuşacak ve tartışacağız. 

Kürt sorunu içinde çözüme ya da normalleşmeye dönük ilk önemli gelişme, Kasım 2008 ayında dünya hegemonu ABD’de yapılan başkanlık seçimlerini Barack Obama’nın kazanmasından sonra, Aralık 2008 ayında Kuzey Irak lideri ve Irak Cumhurbaşkanı Barzani ve Talabani’nin PKK’nın Kuzey Irak’daki varlığının marjinalleştirilmesi ya da yok edilmesine ilişkin yaptıkları açıklamalar, ve bundan sonra çözüme dönük konuşmaların Türkiye ile bu aktörler arasında başlamasıydı. Bir taraftan 2003 yılında başlayan Irak savası ve bugüne kadar gelen Irak İşgali süreci içinde Türkiye’nin Irak ve Ortadoğu bölgesine dönük çok-taraflı, aktif, yapıcı ve vizyoner dış politika üretmesinin önündeki en önemli engel olan PKK’nın Kuzey Irak’daki varlığı sorununu; diğer taraftan da, 2005, özellikle 2006 yılından bugüne Türkiye içinde birlikte yaşama olasılığını zayıflatan terör, şiddet ve farklı olanı ötekileştirme/dışlama sorunlarının çözümü bağlamında, hem Barak Obama’nın ABD’nin yeni başkanı olması, hem de Irak liderleri tarafından yapılan açıklamalar ve açılımlar, bizi 2009 yılında Kürt sorunu içinde bir sürpriz yaşayabileceğimiz düşüncesine götüren önemli işaretlerdi. 

TRT ŞEŞ ÖNEMLİ BİR ADIMDIR 

İkinci önemli gelişmeyse, hiç şüphesiz ki, bir devlet kurumu olan TRT’nin, TRT 6 ya da TRT Şeş adı altında, 2008 Aralık’ta test yayını olarak, 2009 Ocak ayı başı da resmî olarak, 24 saat Kürtçe yayın yapan kanalı başlatmasıydı.Devlet kurumu olma özelliği içinde kâr amaçlı değil, aksine “kamu yararı ilkesi” temelinde hareket eden TRT’den gelen bu çok önemli ve olumlu açılım,her şeyden önce, devletin bir sosyolojik gerçeklik olan Kürtçenin varlığını, Türkiye’nin bir gerçeği olarak kabul etmesi anlamına geliyordu.Bu anlamda, TRT Şeş, kamu yararına dönük bir kurum olan TRT içinde farklı bir dilde yayın yapan bir kanalın açılmasıyla, devletin Türkiye’nin çoğulcu kültürel yapısını zenginleştirecek ve Türkiye’de farklılıklar arası birlikte yaşamayı güçlendirecek bir girişimde bulunmasını simgeliyordu. 

Gerçekten de, benim çok olumlu bulduğum ve tamamıyla desteklediğim bu açılım,altını çizelim ki, Kürt sorununa çözüm değildir, böyle bir amacı da olamaz; ama, çoğulculuğu, çok-kültürlülüğü ve farklı kültürel kimliklere sahip olmayı bir zenginlik, bir olumluluk, ve korumamız ve güçlendirmemiz gereken bir değer olarak topluma sunmak noktasında da, TRT Şeş, bu sorunun çözümüne katkı verecek, ve bugün çok gerek duyduğumuz birlikte yaşama olasılığının güçlendirilmesi için çok yararlı bir girişimdir.Bu niteliğiyle de, 2009’da Kürt sorunu içinde çözüme ya da normalleşmeye dönük yaşanabilecek bir sürpriz için, ikinci önemli işaret de, TRT Şeş’in açılması ve resmî yayına başlaması olmuştur. 

Kürt sorununda çözüme ya da normalleşemeye dönük bu iki olumlu gelişme, bir taraftan Barzani ve Talabani’den gelen PKK’ya dönük açılımlar, diğer taraftan TRT Şeş olgusu, aslında sorunun kurcu, tanımlayıcı ve çözüm noktasında belirleyici olan iki ayağıyla ilişkili gelişmeler. Kürt sorunu, bir yandan bir terör ve şiddet içeren bir ayağa sahip, diğer taraftan da, farklı kimlikler arası birlikte yaşama olasılığıyla ilişkili bir sorun.Kürt sorununu sadece teröre indirgediğimiz zaman, ne sorunun kapsamlı ve karmaşık yapısını anlama ne de soruna çözüm ya da normalleşme mümkün oluyor. Ama, sorunun “birlikte yaşama” ayağına odaklandığımız, ve bu alanda iradeli, çok-boyutlu ve kapsamlı çalıştığımız zamansa, hem sorunu anlamada, hem terör ve şiddete karşı mücadelede, hem de çözüme dönük adımlar atmada önemli bir kapıyı açmış oluyoruz. 

Bugüne kadar da, Kürt sorunu’nun çözümsüz bir yapıya bürünmesinin, giderek karmaşıklaşan bir nitelik almasının, devlet-toplum/birey ilişkilerinde ciddi bir güven sorunun çıkmasının, ve birlikte yaşama yerine ötekileştirme ve dışlanma dili ve girişimlerinin yarattığı toplumsal kutuplaşma ve toplumsuzlaşma/cemaatleşeme (sadece dinsel değil, etnik, kültürel ve siyasi cemaatleşmeden bahsediyorum) riskinin güçlenmesinin, belki de temel nedeni, bu sorunun sadece terör ekseninde ve güvenlik-odaklı siyaset terimleriyle düşünülmesi olmuştur. Bu nedenle de, vurgulamamız gerekir ki, PKK ve terör sorunu, sorunun şiddet sarmalına ve çözüm temelinde bir kısır döngüye girmesinin önemli bir nedenidir, bu anlamda da, PKK’nın bir aktör olarak marjinalleşmesi sorunun çözümü için gerekli koşuldur; ama yeterli ve belirleyici koşul değildir. Bugün daha iyi anlıyoruz ki, Kürt sorunu içinde çözüm için yeterli ve belirleyici koşul, Türkiye’de birlikte yaşama olasılığını güçlendirmek ve bu alanda irade ve çaba göstermektir. 

Üstelik gerek terör, güvenlik ve küreselleşme ilişkisi alanında yapılan çalışmalara, gerekse de son 20 yılda Kürt sorunu içinde yaşadığımız deneyime baktığımız zaman, iki önemli boyutu olan şu gerçeği de görebiliriz. 

ÇÖZÜM HERKESİN LEHİNE 

Birincisi, Barak Obama yönetimindeki Amerikan hegemonyasının güvenlik alanında karşı karşıya olduğu üç önemli risk ve bu risklerin çözümünde Türkiye’nin giderek artan önemi,PKK’nın marjinalleşmesini gerekli kılmaktadır, ve Barzani ve Talabani’nin açılımları bu bağlamda okunabilinir.Bu üç risk, İsrail-Filistin ve Irak sorunlarını içeren Ortadoğu bölgesi; Afganistan-Pakistan-Hindistan ekseni; ve Rusya ve Avrasyacı dış politika anlatışıdır. Bu üç alanda da, Türkiye’nin aktif ve yapıcı bir dış politika izlemesinin de ön-şartı Kuzey Irak sorunun Türkiye lehine çözümü, ve Türkiye-Kuzey ırak ilişkilerinin sadece ekonomik değil, güvenlik alanında da geliştirilmesi ve derinleştirilmesidir. Bu nedenle de, biraz iddialı olmak riskini de taşıyarak, PKK’nin, bugünkü yapısı içinde,çok ciddi bir“küresel çalkantı” içinde olan dünyanın bugünü ve yarınında artık yerinin olmadığını söyleyebiliriz. 

‘BİRLİKTE YAŞAMAYI’ ÖNCELEMELİYİZ 
Hem, TV kanallarından izlediğimiz, gazetelerden okuduğumuz haberler ışığında, Ergenekon Soruşturması’nda yaşanan gelişmeler sonucunda, hem de devlet aklı içinde “teröre karşı mücadelenin teröre elverişli ortamın yok edilmediği sürece başarılı olma şansının az olduğu” gerçeğinin giderek daha kabul görmesi noktasında,bugün Kürt sorununun çözümünde “birlikte yaşama” sorusunun “ana odak olmasına” doğruda bir eğilimin ve yönelimin ortaya çıktığını görüyoruz.Bu nedenle de, TRT Şeş, desteklenmesi ve iyi sonuç alması için katkı verilmesi ve çalışılması gereken,çok önemli bir açılım ve girişimdir. Bugün, ekonomik krizin yanında karşı karşıya olduğumuz temel sorun, “birlikte yaşama alanında yaşadığımız zayıflık”tır. Bu alana odaklanmalıyız, bu alan üzerinde çalışmalıyız, ideolojik olmak yerine, somut sorunlara somut çözümler üreterek bu alanın güçlendirilmesi için çaba göstermeliyiz. 2009’da yaşayacağımız ekonomik zorluklar içinde, Kürt sorunu içinde bir sürpriz, bir olumlu gelişme yaşayabiliriz.Bu sürprizin sürdürülebilir bir gerçekliğe dönüşmesi için, Kürt sorunu’nu anlama ve çözmede,ana odağımızı birlikte yaşama sorusu üzerine yerleştirelim. 

* Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi / fkeyman@ku.edu.tr
* kaynak: taraf.com.tr

KÜRDİSTAN GAZETESİ

Fransız ihtilalinin etkili olduğu yıllarda, batı ile ilişki kurulan ve ondan etkilenilen diğer coğrafyalardaki modern anlamda milliyetçiliğin ilk emareleri görülmeye başlamıştı, ama henüz siyasal değil kültürel bir uyanış söz konusuydu. 1889’da Bedirhan Bey’in oğlu Midhat Mikdat Bey’in Kahire’de çıkardığı Kürdistan gazetesi bunun bir örneğiydi. Gazete geniş kitlelere ulaşamıyordu ancak, büyük kentlerdeki Kürt aydın ve elitlerini etkiliyordu. Gazetede Kürtlerin birliği, eğitime önem vermeleri, sanayi ve bilime yönelmeleri, köklerine uzanmaları, geçmişlerinden onur duymaları gibi konular vurgulanıyordu. Ahmedê Xanê’nin Mem u Zin adlı ünlü destanı ilk kez bu gazetede dizi halinde yayınlanmıştı.(Kutlay, İttihat Terakki, s. 23.)
II. Abdülhamit’in baskı rejiminden Avrupa’ya kaçan Jön Türklerle Kürt aydınlarının sıkı olmasa da teması sürmüştü. Nitekim Mithad Bey’in kardeşi Abdurrahman Bedirhan 1897’de Cenevre’de çıkarttığı bir diğer Kürdistan Abdurrahman Bey, Anadolu Kürtlerini ‘sersemletici uyku’dan uyanmaya davet ediyordu ama bu çağrılarında milliyetçi tonlar yoktu. Çünkü o dönemin pek çok İttihatçısı gibi monarşi yanlısıydı ve çareyi Osmanlı Devleti’nin restorasyonda görüyordu. (Celile Celil, Kürt Aydınlanması, Avesta Basın Yayın, 2000, s. 30.)

Yüksel Taşkın: Kürt sorunu çözülmezse kafatasçılık başlicak


kürt tarihi
Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde yardımcı doçent olarak görev yapan siyaset sosyologu Yüksel Taşkın'la Türkiye'de 'ırkçılık, milliyetçilik, muhafazakârlık, solculuk' üzerine yaptığımız ve dün birinci bölümünü yayınladığımız konuşmanın ikinci bölümüne kaldığımız yerden devam ediyoruz. 

*** 

NEŞE DÜZEL: Türkiye'de çeşitli siyasi fikirler, partiler var. Irkçılık konusunda hepsi birbirine benziyor gibi geliyor bana. Yanılıyor muyum? 
 

YÜKSEL TAŞKIN: Doğru, benzeşiyorlar. Ama AKP'yle ilgili şöyle bir problem var. 1950'den beri merkez sağ partiler içinde parti grubu bu kadar ürkek, sessiz, itaatkâr ve bu kadar tavır üretemeyen bir parti hiç olmadı. AKP'li milletvekillerinin ideolojik yönelimini tam bilmiyoruz. AKP'li kesim bu süreçte ciddi bir biçimde zenginleştiği, her türlü iktisadi politik kültürel kaynaklar kendisine aktığı için de yaşananlara sessiz kalıyor. Bütün bunlardan ötürü biz AKP'nin meselelere tam olarak nasıl yaklaştığını, ne yapacağını altı yıldır iktidarda olduğu halde hâlâ anlayamadık. 2002'den beri bir muammayla karşı karşıyayız. Yanlış tepkiler verilerek gerilim artırıcı bir liderlik sergiliyor AKP. 

Peki, sosyal demokratlarla muhafazakâr dindarlar arasında, ırka bakış açısından bir fark bulunuyor mu? 
 

AKP'deki Kürt muhafazakâr kitleyi dışarıda bırakırsak, geri kalan AKP'lilerle CHP'lilerin ırka bakışları çok benziyor. CHP ve AKP yaşam tarzında farklılaşıyorlar ama ırkçılık meselesinde farklılık göstermiyorlar. 

AKP, CHP, MHP ve Kürtçü olarak DTP arasında ırkçılık açısından nasıl bir ilişki var? Durdukları siyasi nokta farklı gibi görünse de ırk konusunda hepsi aynı noktada mı? 
 

Bu birbirini besleyen bir zincirleme reaksiyon. Sosyalistim milliyetçi değilim deseniz bile yaşanan süreç milliyetçiliğe itiyor sizi. DTP'de de hayatı, kendi Kürtlük bilinci üzerinden kurmak için büyük bir heyecan var. Kürt meselesi iki tarafı da rencide etmeyen bir sonuca bağlanmak zorunda. Aksi takdirde CHP'li Canan Arıtman gibi çok fazla insan ortaya çıkacak, milliyetçi gerilimler daha da artacak. Soy Türkçülüğün de bir tür canlandığı bir ülkeyiz şu anda biz.  

Soy Türkçü mü? 
 

Evet, bildiğimiz kafatasçı Türkçü... En etkili olduğu illerden biri İzmir bunların. İzmir'de farklı unsurlar arasında fazla bir gerilim var. İzmir, seçmen tabanı itibarıyla cumhuriyetçi muhafazakâr tepkiler vermeye yatkın. Muhafazakâr cumhuriyetçilerin kendilerini etkisizleşmiş hissetmelerinden dolayı ortaya çıkan bir korku ve korkuya karşı duydukları bir tepki var İzmir'de. Muhafazakâr cumhuriyetçiler, kendilerinden olmayanların perde arkasındaki güçler tarafından yönlendirildiklerini düşünüyorlar. Bu ülkede eskisi gibi yönetemedikçe, gerçeklerle bağlarını kopartıp suçlayıcı oluyorlar. Bunlar çocuklarını Amerika'da tahsile göndermek için uğraşıyorlar ama Amerika ve küreselleşme karşıtı bir dil kullanıyorlar. 

Niye böyle büyük bir çelişki yaşıyorlar?
 

Çünkü korkuyorlar. Kemalistler bu toplumda etkinliklerini giderek yitiriyor. CHP toplumun sosyolojisini algılayamıyor. Ona göre her şey dışarıdan bir etkiyle gerçekleşiyor. Aslında çok şey Turgut Özal'ın Türkiye ekonomisini dışarıya açmasıyla başladı. Devletin hiçbir şekilde beslemediği küçük küçük oluşumlar dış pazarlara yüklendiler. Özal o sırada Gülen Cemaati'ne çok ciddi maddi destek verdi ve cemaatin önünü çok açtı. 

Eğer Fethullah Gülen cemaati küreselciyse, özür diliyorum kampanyasında olduğu gibi niye o kadar sert milliyetçi tepkiler veriyor? Hem küreselci hem böyle milliyetçi olmak mümkün mü?
 

Bu cemaat her şeyi önceden düşünüp politika belirleyen bir cemaat. Ermeni meselesinde esnememe kararını yıllar önce verdiler zaten. Alevilik konusunda da nereye kadar esneyebileceklerinin kararını vermiş durumdalar. Burada da Cem Vakfı'na kadar esnemeye karar verdiler. Ayrıca son dönemde çok fazla sayıda Alevi genci Nurculaştı. 

Nasıl?
 

O gençliğe de el atarak, onlara ciddi bir biçimde yatırım yapıyorlar. Çünkü onlar, Türkiye'de Sünni-Hanefi unsurun merkezde olmasını istiyorlar ama Türkiye'nin sorunlarının sert milliyetçilikle çözülmeyeceğini de düşünüyor. Gülen cemaati küreselleşmeye uyumlanmanın kendisine güç getirdiğinin farkında bir dünya cemaati... Türk-İslam sentezcisi değil, İslam-Türk sentezcisi aslında bunlar. 

Arada nasıl bir fark var?
 

Milliyetçiliğin toprağa bağlılığı daha fazlayken, bunların evrenselci boyutları daha fazla. Çünkü bütün yerküreyi, İslam'ın yayılması gerektiği bir yer olarak görüyorlar. Türklük de burada şöyle devreye giriyor. 'Biz ekonomik olarak giderek büyüyoruz. Aslında bizim yaptığımız Türkiye'yi bir bölge gücü haline getirmek.' Yani bir anlamda kavga etmeden, dövüşmeden Osmanlı'yı yeniden diriltiyor bu yaklaşım. Mesela AKP mi Gülen cemaati mi, hangisi daha küreselleşmeci diye sorarsanız bence Gülen cemaati daha küreselleşmeci ve daha Avrupa Birliği taraftarı. 

Peki, hangisi daha milliyetçi diye sorarsam?
 

Milliyetçilik konusunda çok farklılaşmıyorlar. Turgut Özal'ın getirdiği söylemle milliyetçilik artık farklı bir içerik kazanmaya başladı. Milliyetçilikle ekonomizm iç içe geçmeye başladı. Bu da şu demek. “Küresel dünya içinde var olmak zorundayız. Böyle bir dünyada bölgesel güç olduğumuzda yani ihracatçılarımız dünyanın her yerine mal satabildiğinde, işte bu bir milliyetçiliktir” diyen bir yaklaşım bu. Buna pozitif milliyetçilik diyorlar. 

Pozitif milliyetçilik olabilir mi? Mümkün mü? 


Ben bu kavrama karşıyım. Aslında Gülen cemaatinin diğer milliyetçilik türlerinden özellikle de ulusalcılıktan ayrıldığı nokta 'Osmanlı barışı' denilen nokta. Bence Osmanlı barışı bir icattır. Zira, 'Osmanlı bütün bölgeye adalet ve barış getirmiştir. Zaten Osmanlı'nın amacı da bir medeniyetler uzlaşmasıdır' gibisinden bir söylemdir bu... 

Türklük vurgusu nerede burada?
 

Osmanlının hâkim unsurunu Türk olarak görüyor Gülen Cemaati. Sünni-Hanefi unsurunun hâkim olduğu bir Türkiye istiyor ve Türklük vurgusu pragmatik nedenlerle yer alabiliyor. Çünkü cemaatin Kürtlerle çok güçlü ilişkileri var. Milliyetçilik konusunda ölçülü davranıyorlar. Son dönemde milliyetçilikle ulusalcılığın yan yana gelme ihtimalinden çok ürktüler. 

Niye?
 

Kendi tabanlarını milliyetçiliğin kendilerine göre olumsuz olan yönlerinden uzaklaştırmak için ciddi bir eleştiri kampanyası başlattılar. Zaten milliyetçiliği eleştirirken buna milliyetçilik demiyorlar, ulusalcılık diyorlar. Yani milliyetçiliğe bakışlarında iyi milliyetçilik, kötü milliyetçilik diye bir yaklaşım var. “Milliyetçiler bizim ülkemizde dindardır. Temiz insanlardır. Ulusalcıların ise dinle ilgisi yoktur. Bu ikisinin yan yana gelmesi tehlikelidir. Dolayısıyla biz bu noktada müdahale etmeliyiz” diyorlar. Sert milliyetçiliğin kendi genel stratejilerine problem çıkaracağını bildikleri için ve cemaatin Türkiye'deki milliyetçi dalganın yükselmesinden etkilenmesini engellemek için milliyetçilik kavramını kullanmadan ulusalcılık eleştirisi yapıyorlar. 

Irkçılık konusuna dönersek... Bizim büyük bilimsel buluşlarımız, büyük bir edebiyatımız, dünyayı etkileyen büyük sanatsal yaratıcılığımız pek yok. Bunları ölçü olarak da pek kullanmıyoruz zaten. Irkımızı yüceltmek için 'kahramanlık' ve yiğitlik mi bizim en önemli ölçümüz? 
 

Sosyal psikolojide çok bilinen bir şeydir. Zayıflık hissettiğinizde bunu dışsal bir yüceltmeyle telafi edersiniz. Milli eğitim ideolojimiz bu anlayıştan hiç kurtulamadı. 1980'den beri milli eğitimin dilinin daha dünyalaşması ve hümanist bir boyut kazanması için kim çabaladıysa hiç bir mesafe alınamadı. Dolayısıyla dünyayla özgüvenli, eşit bir ilişki kurabilecek öğrenci yetiştirme modeline gidilmedi. Aksine ırkçılık boyutunu da içeren dışlayıcı, özgüvensiz bir milli eğitim modeli benimsendi. 

Kim direndi milli eğitimin sisteminin değiştirilmesine? 
 

Sağcılar arasında, Talim Terbiye Kurulu'nun Türk medeniyetinin var oluşu için gerekli olduğuna dair bir inanç var. Talim Terbiye'ye başka hiçbir anlayış sızamıyor. 1980'den sonra askerler istedikleri çerçeveyi çizdiler ve orayı milliyetçi muhafazakâr entelektüellerle doldurdular. Bu eğitim sistemi milliyetçi, ırkçı savrulmalara zemin sağlıyor. Türkiye işte bu sistemle küreselleşmede ağır aksak ilerlemeye çalışıyor. İnsanlar, öğrendikleri şeylerle yaşadıkları hayat arasındaki mesafe büyüdükçe şizofrenik bir gerilim yaşıyorlar. 

Bu gerilim toplumsal hayatta nasıl bir sonuç veriyor?
 

Bu gerilim şiddeti çok besliyor. Dünyanın değerleriyle ters düşen bu eğitimden dünyaya uyumlu kültür adamları çıkmaz. Bu eğitimden çıksa çıksa sadece başarılı işadamları çıkabilir o kadar. Zaten bugün Türkiye'de dünyayla uyumlu olmak isteyenlerle uyumsuzlukta devam etmek isteyenler çatışıyor. Yani normalleşme yanlılarıyla normalleşmeye karşı çıkanlar arasında bir çatışma bu. Dünyaya nasıl uyumlanabileceğimizle, eklemleneceğimizle ilgili bir kimlik kavgası bu... 

Peki, cemaat içinde kalarak, bir cemaatin üyesi olarak dünyayla bütünleşmek, birey olmadan dünyalı olmak mümkün mü? 


Dünyayla bütünleşmekten çok kendi gettoları içinde kalarak dünyada başarılı olabiliyorlar bir yere kadar.. Ama o getto içinde kalmak da kolay değil... Bireysel farklı yaşam arayışlarının olması kaçınılmaz. Böyle bir sürü insan var. Kemalistler içinde de var, Gülen cemaati içinde de var. Yurtdışına gidip dünyanın daha farklı olduğunu anlayan ve kendi hayatını kurmaya çalışan bir sürü insan var... 

AKP bütün bu çatışmaların tam olarak neresinde duruyor sizce? 
 

Türkiye'nin dünyaya hızlı entegrasyonundan, bütünleşmesinden AKP ürktü. AKP'nin sosyal muhafazakârlığı, onun pragmatik politik reformculuğunun önünü tıkamaya başladı. Çünkü Türkiye dünyaya yakınlaştıkça, toplumun önemli bir kesimi de muhafazakârlarla zıtlaşmaya başlıyor. Mesela... 1950'lerde Avrupa'da bizim bugün yaşadığımıza benzeyen tabular vardı. Mesela 1950'ler Almanya'sında nikâhsızların birlikte yaşaması tabuydu. Zaman içinde bunları aşan bir kültür oluştu orada. Biz de dünyayı iyi kötü takip eden bir ülkeyiz. Dünyaya yakınlaşma, toplumun bireysellik üzerinden kendini aramasına yol açabilir. Bizde de aynı değişim yaşanabilir. Bu da İslamcı geçmişi olan bir partinin çok tolere edebileceği bir durum değil. 

Irkçılık toplumsal bir hastalık mıdır? 
 

Belli dönemlerde çok şiddetlenebilen bir hastalıktır. Ermeni lafının hakaret kabul edilmesini başka nasıl açıklayabilirsiniz ki... 

Nasıl iyileşir bu hastalık? 
 

Alevi gençliğiyle ilgili yaptığım araştırmada biri şunu söyledi. “Kürtler geliyor, her türlü maaşa sigortasız çalışıyor. Benim elimden ekmeğimi alıyor. Bunlar gelmeden önce biz daha rahattık” dedi. İkisi de yoksul ama Kürtler diyerek ırkçı terimlerle konuşmaya başlamış. Zaten fakir bir ülke ırkçılık sorunlarını aşamaz. Sadece okul düzeyinde bir yüzleşmeyle sorun aşılmaz. Çünkü toplumsal emek piyasasında da ırkçılık besleniyor. Üstelik bizim ülkemiz koca bir aile gibi. Bu da çok tehlikeli bir şey. Herkes aynı dizileri seyrediyor, herkes aynı şeylerle ilgili. Hep beraber televizyonun önüne oturan büyük bir aile bu toplum. 

Aile olması niye tehlikeli? 
 

Bu toplum biraz farklılaşmalı, normalleşmeli. Bir toplum refah pastasından yararlanıp evinden çıkabileceği kadar müreffeh olmadığı sürece farklılığın peşine düşemiyor, hayatını farklılık üzerine kuramıyor. Hobileri olmuyor. Evine hapsolmuş insanların toplumu oluyor. Böyle bir toplumda insanların ötekini reddetmek üzerine ajite edilmesi, ırkçılığa varan milliyetçiliğin kışkırtılması iktisadi kriz dönemlerinde çok daha kolaydır.
Neşe Düzel / Taraf

KÜRT TEAVÜN VE TERAKKİ CEMİYETİ

kürt tarihi  Seyit Abdülkadir, Saidi Nursi, Babanzade İsmail Hakkı, Hacı Tevfik (Piremerd) ve diğer Kürt aydınları tarafından 1908’de kurulan Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti (Kürt Dayanışma ve Gelişme Cemiyeti) o tarihe kadar aralarında çekişme olan Bedirhanlar, Şemdinanlar ve Babanzadeleri ilk kez bir araya getiriyordu. Seyit Abdülkadir’e büyük saygı duyan İstanbullu hamallar da cemiyetin halk ayağını oluşturuyordu.  Kürtlüğe, İslam’a, Osmanlılığa, Anayasaya bağlılığın esas olduğu bir dayanışma örgütlenmesi olan cemiyet, Kürt aşiretleri arasındaki sorunları çözmek için eğitim, ticaret, zanaatı teşvik etmeyi hedefleyen cemiyete sadece İstanbul’da oturan ve Türkçe’yi okuyup yazabilen Kürtler üye yapılıyordu. Kürtçe bilmek ise zorunlu değil, sadece arzulanan bir özellikti. Anlaşılan cemiyet kendini Kürt olmaktan ziyade Osmanlı olarak tanımlıyordu. (Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, İkinci Meşrutiyet Dönemi, 1908-1918, Hürriyet Vakfı Yayınları, 1984, s. 405-407.) Cemiyetin aynı adı taşıyan bir gazetesi, Meşrutiyet adlı bir de okulu vardı. (Naci Kutlay, “Bedirhan Ayaklanmasından 1920’ye Kürt Milliyetçiliği”, Toplumsal Tarih, S. 158, s. 30.)

Nuri Yaman: Akan kandan rant sağlayanlar var

Nuri Yaman, 39 yıl üst düzey bürokrat olarak görev yaptıktan sonra DTP'ye girdi. 22 Temmuz seçimlerinde Muş milletvekili seçildi. Yaman, ne eski DEP'li, ne de daha önce Kürt sorunu konusunda siyaset yaptı. 

Yıllarca kaymakam, vali yardımcısı ve mülkiye başmüfettişi olarak hizmet verdi. Bir yıldır da DTP'de. Kendini Kürt sorununun çözümünü en iyi bilen insanlardan biri olarak tanımlıyor. Yaman, sorunun TBMM çatısı altında, daha çok demokrasiyle ve her siyasi görüşün sorumluluğuyla çözüleceğine inanıyor. Etle tırnak gibi olan Türk-Kürt kardeşliğini hiçbir gücün bozamayacağının altını çiziyor. Sorunun demokratik yöntemlerle çözümü için herkesin elini taşın altına koymasını istiyor. Aklı başındaki hiçbir Kürt'ün Türkiye'nin birlik ve bütünlüğüne aykırı bir düşünce içinde olmadığını vurguluyor. Son terör olaylarını bazı çevrelerin çıkar hesaplarına bağlıyor. Mart 2009'da yapılacak yerel seçimlerin de bu olayların artmasında etkili olduğu görüşünde. Partisine açılan davanın 'kapatma' kararıyla sonuçlanmasının ise Türkiye'de kaos isteyen çevrelerin ekmeğine yağ süreceğine dikkat çekiyor. Yaman, kapatma davasından olumlu bir sonuç bekliyor İddianamedeki suçlamalara itirazı var. Parti olarak her fırsatta Türkiye'nin bölünmez bütünlüğünden bahsettiklerini, barış ve kardeşliğe vurgu yaptıklarını belirtirken Anayasa Mahkemesi üyelerinin bu durumu gözeteceğine inanıyor. Mahkemenin 4 üyesini yakından tanıdığını ve ülkesini çok seven bu insanlardan Türkiye'nin aleyhine bir kararı beklemediğini kaydediyor. Yaman, şöyle devam ediyor: "DTP'nin siyaset dışı bırakılmasının Türkiye'nin yararına olmayacağı konusunda hakimlerin vicdani bir kanaate varacaklarını düşünüyorum. Ne yazık ki ülkemizin kaosa sürüklenmesini isteyen ve varlık nedeni bu kaoslar olan çevreler var. Onların ekmeğine yağ sürülmemesi lazım. Bizim hiçbir ifade ve davranışımız Venedik Kriterleri'ne aykırı değil. Zaten iddianamede partinin kapatılmasını gerektirecek bir delil yok. Hiçbirimiz TBMM'ye gelirken yaptığımız yemine aykırı davranmadık." Yaman bugüne kadar kapatılan aynı gelenekteki partilerin AİHM'ye gittiklerini, hepsinin de haklı bulunduğunu hatırlatıyor. Çözümün parti kapatmayla ya da askeri yöntemlerle olmayacağını anlatan Yaman, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un Kara Kuvvetleri Komutanlığı döneminde, gençlerin dağa çıkmasının yollarının kapatılamadığına yönelik açıklamalarını önemsiyor. Nuri Yaman, "Bu yolu kesmenin yolu barıştır, kardeşliktir, birlikte çözüm aramaktır. Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskılar kalkarsa sorun çok daha kolay çözülecektir. Silahın çözüm olmadığını hepimiz söylüyoruz. Hak ve özgürlük aramanın silahla olmayacağına inanan bir insanım. Ancak hak ve özgürlük isteyen insanların üzerine de silahla gidilmemeli." şeklinde konuşuyor. DTP'li Nuri Yaman'ın tespitleri şöyle:
Büyükanıt insancıldı, köyümüzün delisini bile sordu
Eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ı üsteğmenliğinden beri tanırım. 1965-68 yılları arasında bizim ilçede görevliydi. O dönemin belediye başkanı ağabeyimle yediği içtiği ayrı gitmezdi. 1. Ordu komutanı ve Kara Kuvvetleri komutanıyken kendisiyle iki kez uzunca sohbet ettim. Görüşmemizde bana 40 yıl öncesinin insanlarını isim isim sordu. Garibanları nasıl baş göz ettiğini anlattı. Mahallenin delisini bile sordu; 'Ne yapıyor?' dedi. Büyükanıt, "Kürt İsmet diye bir arkadaşım vardı, o zaman devlete karşı başkaldırı yoktu." şeklinde bir açıklama yapmıştı. Bahsettiği kişi ağabeyimdi. DTP'den vekil olduktan sonra randevu istedim ama görüşemedik.
Hatalarımız var ama çözüm Meclis'te
39 yıl boyunca devlete hizmet ettim. DTP'den vekil seçilince bazı arkadaşlarım beni yadırgadı. Ama düşüncelerimi anlatınca bana hak verdiler. Parti içinde hiçbir sorun yaşamadım. Arkadaşlarım birlikte yaşam ve birlikte çözüm istiyor. Bazen politika icabı geldikleri kesimlere 'selam verme veya hoş görünme' amacıyla yanlış şeyler söyleyenler olabiliyor. Ama bunlar siyaseten söylenmiş şeylerdir. Yeri, zamanı ve üslubunda hata yapılabiliyor. Ama 21 kişilik gruptaki herkes sorunun Parlamento'da çözülmesini samimi bir şekilde istiyor.
Kan üzerinden asla siyaset yapılmaz
Son olaylarda dökülen kandan ve kirli savaşın sürdürülmesinden belli çevrelerin çıkarı var. Ne Türkler ne de Kürtler kan dökülmesinden ve terörden hoşnut. Şiddetle ne hak aranır, ne de hak arayanlarla mücadele edilir. Bu şekilde hiçbir sorun çözülmez. Son olaylarda yaklaşmakta olan yerel yönetim seçimlerine ilişkin rant beklentilerinden bahsediliyor. Kan üzerinden asla siyaset yapılmaz. Ben bütün bunların ötesinde, çözümü hükümetin inisiyatifi almasında görüyorum. Kürt sorununun temel noktaları çözülürse, PKK'nın kan dökmek için bahanesi kalmaz.
Üst düzey bürokratlarla sürekli görüşüyoruz
İçişleri Bakanlığı'nın, Başbakanlık'ın en üst düzeydeki bürokratlarıyla Kürt sorununun çözümüne yönelik altyapının oluşması için sık sık bir araya geliyorum. Devlet ile parti arasındaki ilişkileri sağlama adına bir köprü işlevi görüyorum. Hükümete partimin mesajlarını götürüyorum. Bakanlarla bu konularda sohbet ediyoruz. Devleti tanıyan ve siyasetin içindeki biri olarak diyalog görevini üstleniyorum. AK Parti, CHP ve MHP'de çok yakın dostlarım var.
MHP lideri Bahçeli'ye çay içmeye gideceğim
Sayın Devlet Bahçeli'yle aramızda çok büyük bir sevgi, saygı var. Sokak hareketlerine yeşil ışık yakıldığı dönemlerdeki gibi bir lider olsa bugün Altınova'da neler olurdu? Bazı çevreler bilseler ki Bahçeli, sokak olayları konusunda sert tedbirler uygulamayacak, yine o girişimlerde bulunurlar. Bahçeli, devleti tanıyan, geçmişi iyi irdeleyen bir insan. Türk-Kürt kardeşliği için onun duruşu çok önemli. Ben kendisiyle görüşmek istediğimi söyledim, 'Beklerim.' dedi. Çay içmeye gideceğim. 

HABİB GÜLER-ZAMAN

Kendi var adı yok bir ülke: Kürdistan

‘Kürdistan’ terimi ilk kez, son Büyük Selçuklu Sultanı Sancar Bey’in (ö. 1157) merkezi bugünkü İran’ın Hemedan kentine yakın Bahar kenti olan ‘Kürdistan Eyaleti’nde kullanılmıştı. Kürdistan adı, coğrafi bir terim olarak, Kanuni Sultan Süleyman 1525 ve 1553 tarihli fermanlarında da vardı.  I. Ahmet 1604 tarihli fermanında ‘Umum Kürdistan’ terimini kullanmıştı. 17. yüzyıl yazarı Evliya Çelebi ünlü seyahatnamesinde ayrıntılarıyla ‘Kürdistan’ bölgesini ve şehirlerini anlatmıştı. Sadrazam Mustafa Reşit Paşa 1847 yılında yönetim birimi olan ‘Kürdistan Eyaleti’ni kurdu. 13 Aralık 1847 tarihli Takvim-i Vekayi’de yayınlanan düzenlemedeki eyaletin merkezi Ahlat’tı ve Diyarbakır, Muş, Van, Hakkari, Cizre, Botan ve Mardin’i kapsıyordu. Merkez sonra sırasıyla Van’a, Muş’a ve Diyarbakır’a taşındı. 1856’da bu eyaletin sınırları yeniden düzenlendi, 1864’te ise Diyarbakır ve Van vilayetlerine bölünerek son buldu.
I. Abdülmecid (1839-1862) Bedirhan Bey’in eline geçen Harput, Urfa, Diyarbekir, Erzurum, Bağdat ve Musul bölgelerini geri alınmasının şerefine 1847’de Kürdistan madalyası yaptırmıştı. Altın, gümüş ve bronz  üç çeşit 29 mm. çapındaki madalyanın üzerinde Kürdistan dağlarının kabartması, Kürdistan yazısı ve taarruzun Rumi takvimdeki yılı 1263 yazıyodu. Madalyanın arka yüzündeyse Abdülmecid’in tuğrası yer alıyordu.

Dahiliye Nazırı Mehmed Ali Bey’in Hariciye Nazırı Ferid Paşa’ya gönderdiği13-14 Nisan 1335/1919 tarihli tezkireye bakılırsa bu tarihte de ‘Kürdistan, Ermenistan, Kürt gibi terimler hiçbir komplekse kapılmadan kullanılıyordu.

Milli Mücadele’nin başlarında, Mustafa Kemal’in, Kürt aşiret reislerine çektiği telgraflarda, Sovyet Rusya Dışişleri Komiseri Çiçerin’e yazdığı mektuplarda, bazı meclis konuşmalarında ‘Kürdistan’ dediğini, Birinci Meclis’in Doğu’dan gelen üyelerine ‘Kürdistan’ milletvekili dendiğini biliyoruz. Ama 1923’ten itibaren belgelerde bölgeden Vilayat-ı Şarkıya veya Şarkî Anadolu olarak söz edilmeye başladı. 1930’larda Şark, 1950’lerde Doğu ve Güneydoğu Anadolu, 1960’larda Kalkınmada Öncelikli Yöreler, 1984’ten 2002’ye kadar OHAL Bölgesi dendi. Bugün ise belirgin bir adı yok ama Kürdistan adını telaffuz etmek adeta tabu haline geldi. Öyle ki, Irak’ta resmi adı ‘Kürdistan Bölge Yönetimi’ olan idari yapı için bile ‘Kuzey Irak’taki oluşum’ gibi garip bir terminoloji kullanılıyor. İran’daki Kürdistan bölgesinden ise çok az kimsenin haberi var.